Çölde uğuldayan rüzgârda yanık et kokusu aldım. Bu şehre yaklaştığımın kanıtıydı. Göz gözü görmüyordu ve ben altı gecedir uyumamıştım. Yanımdan geçen askeri araçlar beni almamıştı. Birkaç kez birileri durup baştan ayağa inceledikten sonra hiçbir organımın para etmeyeceğine karar verip beni öldürecek kurşundan bile değersiz olduğuma inanmıştı. Ben, yalınayak bir İsa, denizi yaramayan bir Musa, ticaretten anlamayan bir Muhammeddim.

Yanımdan geçen son araçta genç askerler vardı. Kuşatmanın yirminci gününü geride bırakmıştık. Herkesin terk ettiği surların arkasına gidecek kadar çıldırmış olmam yüzünden benimle alay ettiler. Yedikleri KFC tavuklarının kemiklerini üzerime fırlattılar. Köpeklerle bile paylaşamazdım. Beni doyuran Tanrı’ya şükürler olsun.

Surların dışında oluşan büyük gedikten içeri girdim. Şarapnel parçaları saçılmıştı ve yanık et kokusunun nereden geldiğini anladım. İnsanları bir anda kavuran silahların namlusunu üzerimde hissediyordum. Sakalımı sıvazladım. Kirli yüzümde akan yaşlar suratımın iki yanında beyaz iki çizgi oluşturmuştu. Bulduğum bir levhada yansımama baktım. Altı günde bir ömür yaşlanmıştım.

Askerlerin işleri bitmiş, şehri terk etmeye başlamışlardı. Köleler yaşadıkları için mutlu olamayacak kadar derinden sarsılmıştı. Yıkıntıların arasına gizlenip izledim. Genç ve güzel bir kadının açlıktan incelmiş bedenini, bir zamanlar mutlu düşüncelerle dolu başını taşıyan zayıf boynunu, yıpranmış kirli saçlarını izledim. Öyle korkmuştum ve ümitsizliğe kapılmıştım ki buraya geliş amacımı bile unuttum. Başımın arkasına sertçe vuran askerin anlamadığım dilde ettiği küfürlerle yere yığıldım.

Uyandığımda zayıf kız elimi tutuyordu. Nerede olduğumuzu anlayamadım. Korkuyla doğruldum. “Herkesi götürdüler” dedi.

Çöl, yaşamak ve gezinmek için uygun bir yer değildi. Aradığım adam hala buralarda olmalıydı. Onu hissedebiliyordum. “Birini arıyorum” dedim. Kız donuk gözlerle boşluğa bakarak “herkesi götürdüler” diye tekrarladı. Dudaklarından çıkan buğulu cümle kırık duvarlara çarptı, gezindi, binanın yarıklarından yerküreye sızdı ve dünyanın başka bir yerinde bilmediğimiz bir volkandan fışkırarak çıktı. İnsan ağzından çıkan sözlere dikkat etmelidir.

Doğrulup yattığım yere baktım. Bir zamanlar evin sahibesinin ayak bileğindeki halhalın ve esmer teninin değdiği, seksten ve müzikten, aşktan ve şaraptan, sudan ve çocuk kusmuğundan yıpranmış kanepenin bir parçasıydı. Böyle pahalı şeyleri herkes alamazdı. Dergilerde görebilirdiniz bunu. Marie Claire, Maison de France…

Kıza teşekkür ettim.  Cebimde kalan son KFC tavuğunu ona verdim. Aç gözlülükle fazla kemirmiş ve yalnızca lezzetsiz bir kıkırdakla, ince bir kemik bırakmış olduğum için mahcup oldum.  Kız kabul etmedi.  Kemiği avucuna koyup kapattım. Sanki genç bir kıza tektaş yüzük veriyormuş gibi mağrurdum. Kendimden iğrendim. Kanayan ayaklarımla yola koyuldum.

Harabeler arasında dolaşmak tuhaftı. Giderek uzaklaşan top atışlarını duyuyordum. Şehirden çıkan ilk birlik surların üzerinde yuva yapmış yırtıcı kuşlara isabet ettirmeye çalışıyordu. Ne yazık ki kuşlar yumurtalarını yanlarında taşıyamaz.

Geç vakte kadar yürüdüm. İniltiler ve köpek ulumaları, yanık kokusu ve kopmuş organlar gördüm. Bir askerin botunu gördüm. Tam benim ayak numaram, 41. Diğer tekini bulamadığım halde onu yanıma aldım. İçinden kopmuş olan bacağı çıkartmam gerekti. Günlerce kendisine küçük gelen bu botu giymiş ve direnmiş olmak yüzünden ayağı su toplamıştı. Kustum. Midemde birkaç küçük kemik dışında bir şey yoktu. Kustum, insanlığın safrası benimle beraber kırık beton parçalarının üzerine dökülürken arkamda biri belirdi. Korkuyla düştüm. Kendimi toparlayamadım. Elinde bir ucuna bez sarılarak sap  yapılmış uzun bir demir parçası tutan gözü dönmüş bir veletti. Beni öldürebilirse bir hafta açlıktan kurtulurdu. Elindeki demiri bileylemenin bir yolunu bulmuştu. Demirin üzerindeki çentiklerden bunu sert bir betonla yapmış olduğunu anladım. “Onu bana ver” dedi. Pazarlık edecek durumda değildim ama bu sadece “çocuk” olduğu için “diğer teki sende yok, bir işine yaramaz” dedim.

Sırtına astığı çantayı ters çevirip boşalttı. Askerlerin sol botları yere düştü. Bendeki de sol ayağa aitti.  Elindeki demiri havaya kaldırıp tedbirli bir şekilde basarak diğer elini bana doğru uzattı. Çaresiz, bulabildiğim tek botu verdim. Evirip çevirdi. İyice inceledikten sonra “Nerede buldun?” dedi.  Batıyı gösterdim. Gözleri büyüdü veledin. O an üzerine atılabilseydim demir parçasını alabilirdim.

“İstediğini aldın, beni bırakacak mısın?” dedim. Cevabı biliyordum ama ümitsizlik insana aptalca sorular sorduran bir yüreğe kan pompalıyor. Çocuk cebinden eski bir diş fırçasını çıkartıp yüzüme yaklaştı. Fırçayı suratıma sürdü. Kirlenmiş yüzünün ardındaki karanlığı gördüm. Bunu hangi savaş besleyebilirdi. Küresel elektrik ağımız ve kaynaklarımız kaybolmadan önce yapılmış hiçbir savaş böyle bir çocuk yaratmamıştı. Top seslerinin geldiği sokaklarda bile çocuklar koşuşturuyor ve yıkım hiç olmamış gibi gülebiliyorlardı. Bu çocuğun yaşamı boyunca bir kez bile gülmediğine yemin edebilirdim.

“Yüzündeki gerçek sakal mı?” dedi. “Evet. Büyüdüğünde senin de…” lafımı parlak demirle kesti. Bu tehdit batan güneşin altında yutkunurken kızıl bir kıvılcım gibi yüreğime işledi. Geceye kadar yürüdük. Artık yıldızlar görünmüyordu. Yönümüzü bulmak için şimdilik bu çocuğun içgüdülerine güveniyorduk. Küresel yıkım, yıldızları elimizden almıştı. Gündüzümüz puslu, gecemiz zehirli bir karanlık. Bir kabustan uyanmak gibi ama hep galip gelen gölgeler uykunun pençelerini içimize geçirmiş de bizi gövdemizden çekiyorlar gibi süren sonsuz bir koma hali. Tüm bunların kâbus olmasını diledim. Bir gün uyanmak için. Artık bitkindim. Sakalım da giderek uzuyordu. Çocuğa yorulduğumu söyledim. Dizlerimin üzerine çökmüştüm, açtım ve güçsüzdüm. Çocuk öfkelendi. Soğuk demir daha evvel de kan görmüştü. Kendimi Yemen’de boynu uçurulan yabancı bir gazeteci gibi hissettim. Çocuk boynumu iki üç darbede kesebilirdi. Soğuk demiri önce boynuma değdirdi sonra sakalıma. Yüzümü çizerek beni tehdit etmek istedi. Sakalıma dokunduğunda buz kesti. Bir ışık patlaması onu altı- yedi metre uzaktaki duvara savurdu. Korkmuştu. Güçlükle yerimden kalktım ve demir parçasını alıp çocuğa verdim.  Titreyen elleriyle tuttu ama bilekleri o kadar inceydi ki bu demirin ağırlığından nasıl olup da kırılmadığına hala şaşıyorum.

“Sen kutsal biri misin?” dedi. “Hayır” dedim. “Bildiğim tek şey, kutsal insanlar öldü, kutsal mezarlar yok, kutsal bir gezegen de değil burası, sence savaşın hüküm sürdüğü bir yer kutsanmış olabilir mi?” Korkuyla kalkıp inen göğsünden kemikleri sayılabiliyordu. Röntgene ihtiyacınız olmadan iç organlarını görebilirdiniz bu çocuğun.  “O botlar ne için?” dedim. Yanıma oturdu. “Savaş için.”

Elimi cebime attım. Neredesin KFC?

İkimiz de yorgunduk. Konuşabileceğim tek insan bu çocuktu. Ona hikayemi anlattım. Eğer sakallarımı surların ardındaki genç bir berber kesmezse her şeyi unutacağımı söyledim. Altı gün boyunca çölde yürüdüğümü, kum fırtınaları ve akrepler gördüğümü, altı günde altmış yıl yaşlandığımı ve benim belleğimde gezegenin eski halinin de var olduğunu anlattım. “Bunu sana kim yaptı?” dedi. “Bilmiyorum.”

Yaşayan bir grup gaziye yardım eden bu velet iki manga askerin yaşadığını ama bakıma muhtaç olduklarını, büyük patlamalarda hayatta kalan tek insanların bunlar olduğunu ve sahiden surların ardında dediğim gibi bir berber varsa kesinlikle bu askerlerden biri olması gerektiğini söyledi. “Sonuçta askerler hep tıraşlıdır.”

Bitkin düştük, uyudu. Üzerini örtecek bez parçaları buldum. Nöbet tutmak için harabenin ucuna gittim. Ay ışığı öyle kuvvetliydi ki karanlık bulutları aşıyordu. Gördüğüm manzara yaşayan hiçbir insanın, hiçbir aklın, hiçbir zaman tanık olmaması gereken ve hafızamdan silmek için her şeyi verebileceğim kadar fenaydı. Ay, karanlığı delip benim gövdemi yarmış, umudumu eritmişti. Sadece ağladım. Hıçkırıklarım çok uzaklardan gelen top seslerini bastırıyordu. Savaş uzaklaşıyor dedi içimden bir ses sonra görüşümü engelleyen buğu yüzümden döküldü. “Hayır, hiçbir yere gitmiyor, savaş ve yıkım bu boktan gezegende biz nereye gidersek orada var.”

Ertesi gün, çocuk biraz dinlenmişti. Bir yetişkin başında nöbet tutmayalı ne kadar olduğunu bilmiyorum ama eskiden gürbüz bir çocuk olduğu her halinden belliydi. “Bu tarafa gideceğiz” dedikten sonra sarılıp yattığı demirini bana verdi ve kirli avuçlarını benim yabani ellerimin içine sokuşturdu.  Botları taşımasını da istemiyordum ama kendini aşağılanmış görmemesi için paylaşmayı teklif ettim. Gece olmadan surun diğer tarafına varacağımızı bildiğini söyledi. Kendisi de böyle gelmiş.

Birkaç saat sonra yolumuza yabani hayvanlar çıktı. Beslenmek istiyorlardı. Çocuktan pek bir şey çıkmazdı ama ben onlara yeterdim. Tek başıma onlarla mücadele edemeyeceğimi biliyordu çocuk. Beni çeke sündüre bir yıkıntının ikinci katına götürdü. Eskiden pencere olan yerden aşağıda etrafımızı çeviren, dişlerinden kan ve salya akan yaratıklara bakıyorduk. Çocuk kırık cam parçalarını ellerinin kesileceğinden hiç korkmadan avucuna alıp aşağı atıyordu. Kırık pervazlar ve beton parçaları. Ne varsa hepsini attık. Elimizde son kalan şey botlar oldu. İkimiz de bu mücadelenin sonunda birimizin kurban olacağını biliyorduk ama sesimizi çıkartmıyorduk. Ben kendi bulduğum botun üzerindeki kurumuş kanın bu hayvanların ilgisini çekeceğini düşünüyordum. Botu fırlatmak istedim. Çocuk engel oldu. Kenarda güvensiz biçimde konuşlandırılmış kuş yuvasını gösterdi. Yuvayı ve içindeki yumurtayı incitmeden alıp botun içine yerleştirdi. Hayvanlar bizim gibi yukarılara tırmanamadığı için şanslıydık. Her an çökebilecek binaların üzerinden, yıkıntıların ve eski yaşamların ruhuna basarak kmlerce gittik. Yabani hayvanlar bizi takip etmeyi sürdürmenin manasızlığını saatler sonra anlayabildi. Başka bir av kesin bir akşam yemeği olabilirdi, biz güçlerini boşuna harcayan iki zavallıydık. Çocuk gülümsedi.

Gece olup karargâha vardığımızda bir kahraman gibi çantasını boşalttı. Kapıdaki tenekeleri şifreli biçimde çaldı. Bu çağrıya hiçbir yanıt gelmiyordu. “Burada bekle” dedi ve içeri girdi. Belki yirmi dakika bekledikten sonra ben de girdim. Çocuk, bir askerin başında oturmuş boşluğa bakıyordu. O boşlukta geçmişin anılarını mı geleceğin düşünü mü yaratıyordu bilmiyordum ama sakallarımı buradaki insanlardan biri kesmezse her şeyi unutacağımdan emindim. Benim unutmam insanlığın kaybı olacaktı ve KFC tüm gezegene sahip olacaktı.  Unutmak isteyeceğim manzaraları düşündüm. Çocuğun uyuduğu gecede gördüklerimi, korkumuzu kemiren yabanileri, düşman askerlerinin genç ve toy yüzlerini, zarif boyunlu kızın kanepesini… “Hepsi ölmüş” dedi çocuk. Bir askerin ayağından sağ botunu çıkarıp kendi sırtından seçtiği ve kendisine büyük gelen aynı numara bir botla beraber giydi. Onları sıkıcı bağladı. Bana döndü ve “sakalını ben keseceğim” dedi.  Çocuk, yetişkinliğimi budarken görüntüler yavaş yavaş silindi fakat sonra hepsi geri geldiler. Şimdi ve daha sonra anlatabilmem için.

 

SON